Derinlerde Bir Makber
Derinlerde B
"İnsanların bu manasız yaşam azmini anlamıyorum.
Sanki sonsuza dek mutlu olacak gibi, sanki hiç ihanete, zorbalığa, hayal
kırıklığına uğramayacak gibi yaşıyorlar. Elbet bir gün ölecekken niçin hiç
ölmeyecek gibi yaşarlar ki? Diğer hiçbir hayvanın bu hevese sahip olduğunu
zannetmiyorum. Hayvanların en yücesi hariç"
Makber bir anda bu düşüncelerinin dipsiz kuyusundan bir
ses ile kurtuldu. Uzun yıllardır arkadaşı olan ve içten içe aşk beslediği
arkadaşı Halit ona seslenmiş, artık kalkmaları gerektiğini söylemişti. Makber
hüzünlüydü, derin düşüncelerinden ve Halit’den bir süre uzaklaşıp işinin başına
dönmeliydi, öyle de yaptı. Öğretmenler odasından çantasını aldı ve sınıfın
yolunu tuttu.
Defterde adını görünce her zamanki gibi içerlendi. İsmini
her yazışında babasına bir kez daha kızar, bir kez daha hakkını helal etmek
istemezdi. Bir baba kız evladına neden makber ismini koyardı ki. Oysa müslüman olan babasının çocuğuna karşı en
büyük sorunluluklarından birisi güzel isim koymasıydı. Kızına 'mezar' anlamında bir isim koymamalıydı.
Anlaşılan o ki babası, çocuğu kız olduğu için gömemeyeceği kadar kanunlu ve
modern bir devirde ancak bunu yapabilmişti.
Keza babasının bağnazlığını kanıtlar nitelikte Makber
babasından gizli gizli Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gider, ders alırdı. Muallim
olmaya hak kazandığına ise babasına baş kaldırmış, bir başına gurbet yollarına
ilim aşkı ile düşmüştü. Makber bu düşünceye dalmışken, sınıfın uğultusu
kulağına eskilerden gelen bir bozlak gibi geliyordu. Bu melankolik düşünce
halinden bir öğrencisinin yanına gelip soru sormasıyla çıktı.
Makber
öğrencilerine her örnek verdiğinde özne olarak Halit’i yazıyor, sanki o kara
tahtada Halit ile oynuyor, istediğini yaptırıyordu.
Yine bir örneğini yazarken aklı Halit’e kaydı. Niçin
gidip konuşmuyordu Halit ile, niçin içinde yankılanan sözleri Halit’e karşı
dile getiremiyordu. Halit evli olduğu için mi, sanmam. Hem Halit de ona karşı
boş değildi. Ya neden? Kendisini ezmeyi seven, hüzünden beslenen makber mutlu
olmaya alışık değildi. Halit onu kabul etseydi mutlu olacaktı, ama makber mutlu
olmak istemiyordu. Şayet mutlu olsaydı bu ruh haline alışamazdı, yadırgar ve
tekrar mutsuzluk deryasına girerdi. Kendisi buna alışıktı, ya Halit? Asla Halit’i
üzemezdi. O, bu dünyada mutluluğu en çok hak eden kişiydi. Hem ayrıca Makber
kimdi ki Halit’i üzecekti? Sıradan bir öğretmen, herkes gibi öylesine bir
insandı veya kendisi böyle düşünüyordu. Her aynaya baktığında kendinden utanç
duyuyor, bu yüzden aynalardan uzak duruyordu. Burnunun şekilce çirkin olduğunu
düşünüp bunu takıntı haline getirmişti. Ona göre kendisi hiçbir insanı hak
etmiyordu. O yüzden ebedi yalnızlığı tercih etmiş, ailesinden, dostlarından
uzak bir kasabada öğretmenlik yapıyor, meslekten arta kalan zamanlarında
dağları izliyordu. Karşıdaki dağlar dile gelseydi de Makber’i anlatsaydı bize.
Eşinden dostundan sakladığı bütün derdini ya kağıda döküyor ya da dağlara
fısıldıyordu. Koca dağlar makberin kadim dostu, sırdaşı olmuştu. İnsanların
dünyasından uzaklaşıp doğayla dertleşmek makberin gözündeki insan olgusunu
önyargılı bir hale getiriyordu. Her
defasında derdini anlattıktan sonra tabakasından bir tütün çıkartıp
mırıldanmaya başlıyordu
"Dağı boran olanın
Hali yaman olanın
Uyku girmez gözüne
Gönlü viran olanın"
Sonrasında düşün dünyasına geri dönüyor kendi çapında
hayatı anlamlandırmaya çalışıyordu. Aciz insanların aciz varlığını sorguluyor,
insanın madden ve manen kötü bir varlık olduğuna kanaat getiriyordu. Babası
başta olmak üzere insanlardan gördüğü kötülükler onu gitgide susturmuş ve
kabuğuna çekilmesine sebep olmuştu. Kendisine ruhen ve fikren yakın gördüğü
birkaç kişi haricinde pek iletişim kurmaktan haz etmez hale gelmişti.
Makber’in öğrencilerin uğultusundan ve dünyadan bir haber
neşesinden rahatsız olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Bu rahatsızlık esasen
derinlerde bir kıskançlığın tetiklemesiydi. Keza çocuklar kadar şen ve
sorumluluktan uzak olmak istiyordu. Dünya gamından etkilenmeyen veya eser
miktarda etkilenen çocuklara imreniyordu. Çıkış zilinin çalması ile makber bu
ıstıraptan kurtulmak için ilk iş kütüphanenin yolunu tuttu. Her zamanki gibi
hayatın gerçeklerinden ve ruhunun derin ıstıraplarından uzaklaşmak için
kendisini kitaplara adıyordu. Birkaç saatlik yoğun çalışmadan sonra yağmur sesi
makberin dikkatini çekti.
Yağmur salonun camlarını bir yandan yalıyor bir yandan
senfonik bir sesle gönüllere tedirginlik serpiyordu. Yağmurun bu sesi makberi
daha melankolik bir hale sürüklemekteydi. Saki her bir yağmur tanesi makberin
göğsüne bir bıçak gibi saplanıyordu.
Makber anımsadı. Halit ile beraber Doğubeyazıt’ın
yağmurunda, karında koşar adımlarla yürümelerini anımsadı. Hayat gibi acele,
hayat gibi aciz adımlarla bir sona yürüyorlardı. Makber ilerlemek istemiyordu.
Halit ile yağmurun altında uzun uzun bakışmak, Halit’in ıslak ve üşümüş
bedenine dokunmak istiyordu. O an orada zaman donsaydı da yıllarca Halit’in
yanında kalsaydı diye iç geçiriyordu. Bunca düşüncenin arasında gözleri hiç
yorulmadan onu tepede tırnağa süzüyor, her ayrıntısını beynine kazıyordu. Halit
ise dünyadan bir haber ıslanıp hasta olma korkusuyla eve varma çabasındaydı.
Nihayetinde evlerine ulaştıklarında Halit yağmurdan, Makber aşkından sırılsıklam olmuştu.
Makber bu anıdan başını kaldırdığına çoktan yağmur
hafiflemiş, güneş, karların içinden çıkan bir kardelen gibi boynunu uzatmış
yeryüzüne gülümsüyordu. Makber pencereden
yüzüne vuran güneşe karşı hafif bir gülümseme ile döndü." Ah ışık deryam,
ah kainatın ebedi nuru, hiç yorulmuyor musun insanoğlunu aydınlatmaktan, hiç
bezmiyor musun insanlığın kötülükten kararmış gönüllerini aydınlatmaktan? Ben
olsam yorulurdum. Ama sen ki bu yücelikle milyonlarca yıl yorulmazsın
sanırım" diyerek mırıldandı.
Kapının çirkin gıcırtısı ile sükuneti bozulan makber
derin hülyalardan bir anda sıyrılıp gerçek dünyaya dönüş yaptı. Halit ağır
adımlarla içeri girerken yüzünde masumane bir gülümseme vardı." Makberciğim
bu saate kadar çalışmandan tedirginim. Kendine biraz vakit ayırmalısın.
Gerekirse kırlarda gez, dere kenarında gezin. Tabiat ananın biz insanlara
lütfettikleri için şükür et. Ama yeter ki başını kitaplardan çıkar. Nasıl ki
Edip Cansever ‘fazla şiirden’ öldüyse aynı hali kitaplarında ve sende
gözlüyorum." Dedi
Halit’in her sözü
kendisi için bir ders niteliğinde olduğundan makber bu nutuğu yüreğine
işlemişti. Ayrıca Halit haklıydı ki makber son zamanlarda kendisini kitaplara
vermişti. Yabancı lisandan eserler çeviriyor, beğendiği kitapların da özetini
çıkarıyordu. Ama makberin de bir suçu yoktu. Hayatın her zorluğunda kendini
kitapların içine gizliyor, çalıştıkça yaşamayı unutuyordu. Karşısındaki panoya
büyük harflerle yazdığı Falih Rıfkı Atay'a ait söz adeta durumu özetler
nitelikteydi.
"en iyisi
çalışmak, unutabilecek kadar çalışabilmek. bedbahtlar, ölümü düşünmeye vakit
bulanlardır."
Makber kitaplarını
toparladı ve eve gitmek üzere kapıda Halit ile vedalaşıp yola koyuldu. Halit’ten
her bir adım uzaklaştığında kalbi biraz daha daralıyor, Mahber bahr-i ummanlara
dalıyordu. Uzaklarda yağmur sonrası gökkuşağını gördü. Halit’in tavsiyesini
anımsarken hafif bir tebessümle gökkuşağını seyre daldı. Gerçekten de yağmur
sonrasında bu doğal cennette dolaşmak makbere iyi gelebilirdi. Yürürken yolunu
değiştirdi. Yakındaki kayalıklara çıkarken amacı doğanın güzelliğine tepeden şahit
olmak ve bir nebze ferahlamaktı
Bahar gelmiş,
dağlar mor menekşelerle, sümbüllerle süslenmişti. Otlar uykudan uyanmış bir
aslan gibi esnemiş ve uzamış koyunlar ve inekler için ziyafet olmayı
bekliyordu. Karşı tepedeki bağlarda kirazlar çiçek açmış, doğa anaya bir renk
cümbüşü sunarken doğa ana ise tüm bu güzellikleri kucaklıyordu. Makber bu
renkli tablodan mest olmuş tabiata gülümserken aklına çocukluğu geldi. Annesi
kiraz bahçelerinde işçilik yaparken makber ağaç dallarına tırmanıyor, annesinin
etrafında bir o yana bir bu yana neşeyle koşuşturuyordu. Keza yine bir gün
ağaca tırmanırken düşmüş, kolunu kırmıştı. Zavallı annesi ne de telaşlanmıştı
biricik kızı için. Makber bu hatıralar
eşliğinde kayalığın en tepesine çıktı. Gökkuşağı sanki elinin ucundaydı. Azıcık
uzansa tutulacaktı adeta. Makber kayalıkların üzerinde uzun uzun oturdu.
Kendince türküler okudu. Kuşlar ise adeta bu mestane ana ortak olmak için
makbere eşlik ediyordu.
Doğayı tüm
içtenliğiyle sararken karşısında Halit’i gördü. Halit kayalıkların biraz daha
ilerisinde makberi izliyordu. Bu an bir tasavvur mu yoksa gerçek mi ayırt
edemez hale geliyordu. Bir anda Halit kollarını açıp seni bekliyorum makber
diyerek seslendi. Makber şaşkınlığına yenik düşerken bi yandan bu yaşadıklarına
mana aramaya çalışıyordu. Ya Halit gerçekten karşısındaydı, ki öyleyse
muhtemelen onu takip etmişti, ya da daha yüksek ihtimalle doğa onun aşk
yarasına bastıkça her yerde Halit’i görüyordu.
Makberin önünde
iki yol vardı. Ya Halit ya yalnızlık deryası. Onun bu suretine dayanamazdı.
Elbette kayalıkların ilerisine doğru yürüdü ve artık adım atacağı bir yer
yoktu. Karşısında uzaklarda Küçük Ağrı Dağı tüm heybetiyle gökyüzünü
selamlıyor, asaleti ile yüreklere heyecan katıyordu. Halit hala karşısında
duruyor, “Beni istemiyor muydun kuzum, gel yanıma, gel de benim ol” diyerek
haykırıyordu.
Makber, “Evet, sen
ki canımın cananı, sen ki derdimin dermanısın. Ben seni nasıl istemem. Seni
istemediğim bir an yoktur ki sunayım sana. Ama sen evlisin, gönlün başkasına
aittir, o ne yüce insandır ki sana sahiptir. Ben nasıl senin olurum, bir gönül
iki gönülü nasıl kabul eder.”dedi.
Halit, “O başkası
dediğin kadınla aramda hiçbir münasebet yoktur. Benim en başından beri gönlüm Makber
diye yanar tutuşur da hiç belli etmem, edemem. Şerait gereğidir ki o kadınla
aynı yola girdim. Ama şimdilerde tekrar fark ediyorum ki yaşamım onun yolunda,
gönlüm senin yolundadır. Gittiğim yol, yol değildir. Beni bu elem ve ıstıraptan
kurtaracak tek şey senin bir bakışındır. Benden esirgeme kendini, gel ki
ruhlarımız birleşsin, gel ki bu dünyada mesut olamadım, bari ahirette mesut
olayım.” Diyerek ağlamaya başladı. Makber bir süre sessiz kaldı. heyecandan
titrerken gözlerine hakim olamadı. Gözünden akan her bir yaş sanki toprağı
yeniden yeşertiyor, cana can katıyordu. Makber anın coşkusu ve aşk ateşiyle
kayalıklardan atladı. Cesedi yüz metrelerce aşağıya yuvarlanarak düştüğünde Makber’in
ruhu gökyüzüne, Halit’in yanına yükseliyordu.
Asıl varlık için
bir anlam ifade etmeyen bedeni aylarca kayalıkların eteklerinde kaldı. Bir
çobanın fark etmesi ile bulundu ve toprağa verildi. Haberi sonradan geldi ki
aynı gün içinde Halit, Makber’in yanından ayrıldıktan sonra Iğdır yolu üzerinde
trafik kazası geçirmiş, oracıkta canını hakka teslim etmiş. Ahirette ne
ettikleri bilinmez, ama şu bir gerçektir ki bu dünyada için için yanan bu
aşıkların bu fani dünyadan beraber göç etmesinde arife bir mana vardır.
Baharlarda doğa
ile yüz yüze geldikçe ömürlerinin baharında bu tiyatro sahnesine veda eden bu
kıymetli zatları analım.
Bu hikaye, bu aşk
bir gevherdir. Nasıl ki gevherin kıymetini sarraf anlarsa bu aşkı da aşk yoluna
baş koyan erenler anlar. Bu hikayeden hareketle inanalım ki, kainatta sevgiden,
aşktan kıymetli duygu yoktur.
Ben gelmedim dava için, benim işim sevi
için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa
geldim
Yunus Emre aşık olmuş, Maşuka derdinden
ölmüş
Gerçek erin kapısında, canım arz etmeğe
geldim
Hiç yorum yok: